Küreselleşme ekonomik, siyasi ve kültürel ayağı olan bir kavramdır. Ekonomik küreselleşme bir yandan mal ve hizmetlerin, bir yandan da sermayenin (yatırım) ‘serbest dolaşımını’ ifade eder. Serbest dolaşımdan kasıt ise, kapitalizmin kurucu babası kabul edilen Adam Smith’in (1723-1790) ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ (laissez-faire, laissez-passer) şeklinde ifadesini bulan ilkesidir. Demek oluyor ki; kim iyisini üretiyorsa piyasaya o hâkim olsun; önlerine suni engeller (gümrük, kota, miktar kısıtlaması gibi) ya da yasal sınırlar (asgari ücret, sigorta, çalışma saati gibi) çıkarmayın… ‘Doğal düzen’ (fizyokrasi) içerisindeki ‘görünmez el’ (invisible hand) her şeyi yerli yerine yerleştirir!…
Böyle olmadı elbet… Klasik iktisat olarak isimlendirilen bu görüş yüz yılı aşkın, kimi değişikliklerle uygulandı ama, hala dünyanın gelmiş geçmiş en büyük krizi olan 1929’daki ‘büyük buhran’ bu politikanın sonucuydu. Hatta dolaylı olarak Hitler’e güç kazandırdığı bile söylenmektedir. Zira kapitalist dünya derinden etkilense de, bugünkü Çin benzeri kontrollü bir ekonomi ile, Hitlerin krizin etkili olduğu 1930’lu yılları lehine çevirdiği ve güç kazandığı kabul edilir. Hitlerin bu başarısı günümüzde dahi olağanüstü başarı olarak değerlendirilmektedir.
Yapılan bir araştırmaya göre savaşların sadece % 5 kadarı ekonomik nedenlerin dışındaki gerekçelerle yapılmaktadır. Bir başka deyişle, az sayıdaki savaş hariç, savaşların kahir ekseriyeti son tahlilde ekonomik gerekçelere dayanmaktadır. Dolayısıyla ideolojik beslemeler bir çok zaman motivasyon kaynağı olmanın ötesine geçememektedir. Günümüzde ideolojiler ve dinsel referanslar geri plana itildiğine göre Gazze direnişi gibi kimi istisnalar dışında savaşlar kutsallık atfedilebilecek gerekçelere dayandırılamamaktadır.
Globalleşmenin merkezi ‘Batı’dır. Batı ise esasen ‘Avrupa’ menşelidir. Kuzey Amerika, Avustralya, Y. Zelanda gibi ülkeler de aynı medeniyetin uzantılarıdır. Bu medeniyet ‘kutsal’ ile bağlantısını birkaç yüz yıl önce kesmiştir. Sömürü düzeni de o tarihlerde ivme kazanmıştır zaten… Genel bir gözlem yapıldığında bugün gücü elinde tutan ‘Batı’ özellikle Avrupa güçlü ekonomik kaynaklara sahip değildir. Birçok yeri doğru düzgün güneş bile görmez. Ama bugün ekonomik anlamda ‘refah’ bakımından en önde ülkeler bu coğrafyadadır.
Amerika kıtasının Batı’ya dünyaya açılma fırsatı vermiştir. Amerika yerlilerini nisbeten kolay bir şekilde aşan Batı, buradan elde ettiği cesaretle zayıf halkadan başlamak üzere dünyanın çok önemli bir kısmını kolonileştirmiştir. Ada dışına çıkmayan bir İngiltere düşünün… Ne kadar güçlü olabilirdi ki… Oysa, öyle ya da böyle ‘üzerinde güneşin batmadığı’ bir imparatorluk kurmuştur.
Bu açılım Avrupa için o dönemde “doğrudan sömürgecilikle” hayata geçirilmişti. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Amerika’nın keşfini izleyen yıllardan başlamak üzere 1700-1800’lü yıllarda zirve yapmış, halen de kimi yerlerde devam eden ‘açılım’ yani sömürü düzeni, kendi aralarında da büyük savaşlara neden olmuştur. İspanya-Amerika savaşı, Fransa-Almanya savaşları, Birinci ve İkinci dünya savaşları, hatta Napolyon savaşları konu ile bağlantılıdır.
Ancak süreçte ödenen ağır bedeller, sömürge bölgelerindeki milli bilinçlenme ve direnişler, içeriden gelen kimi itirazlar ‘doğrudan sömürgeciliği’ kamufle etme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Zira söz konusu kaynakların yönetimi bu devletler için ‘bekaa’ meselesidir. Afrika olmadan Fransa’nın durumunu hayal edin mesela… Ya da Hindistan’ı kaybeden İngiltere’yi… Bu bölgelerde hala nüfuzlarını devam ettirmeleri ‘dayatılan’ anlaşmalarla ilgili olsa da; dayatılan başka şeyler de vardır. ‘Globalleşme’ adı altında bu ülkelerin kabulüne sundukları pek çok şeyden birisi de ‘serbest piyasa’dır.
İkinci dünya savaşı sonrası kurulan yeni düzen ekonomik küreselleşmeyi, yani yukarıda ifade ettiğimiz ‘serbest’ dolaşımın önündeki engelleri kaldırmayı hedefliyordu. Zira sömürgelerin önemli bir kısmı bu savaş sonrasında kaybedilmiştir. 1947’de hayata geçirilen ‘Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması’ (GATT) gümrüklerin aşamalı olarak düşürülmesini, piyasaların diğer ülkelere açılmasını düzenliyordu. Nitekim başarılı da oldu. Zira 1990’lı yıllarda, yeniden şekillenen dünya da dikkate alınmak suretiyle ‘Dünya Ticaret Örgütü’ adını alan kurum, bugün doğrudan-dolaylı dünya ticaretinin % 90’ı üzerinde etkilidir ve ‘kendisine rağmen’ bir adım atılabilmesi söz konusu değildir.
Serbestleşen piyasalar üçüncü ülkelere dönük ‘yabancı yatırımları’ cezbetmiştir. Yabancı yatırım ilk akla gelenin aksine fabrika filan da değildir. ‘Ortak işletme’ adı altında (Aramco gibi) bir yandan zengin madenlere el konulurken, ‘portföy yatırımı’ olarak bilinen ‘para ticareti’ ile bu ülkeler borç ve faiz batağının içerisine çekilmişlerdir. Arkasından da yine kendilerinin oluşturduğu IMF, Dünya Bankası kredileri ile kurtarma paketlerine mahkûm kılınan bu ‘gelişmekte olan’ ülkelerde kısır döngü halini alan bu durum, ‘kemer sıkma’ politikaları ile aşılamayınca ‘gelişmişlik’ statüsüne bir türlü terfi edememiştir. Söz gelimi ülkemizde ‘cari açık’ olarak isimlendirilen fon açığı konu ile ilgilidir.
Demem odur ki; öyle ya da böyle kapitalizm yeni geliştirdiği araçlarla kaynak ülkeleri kendisine mahkûm etmeyi başarmaktadır. Eğer bir miktar tarafı olmuşsanız, ‘boykot’ sürecinde piyasaları nasıl istila ettiklerini görmeniz de güç olmamıştır. Rekabet gücü olan sektörlerin kendi piyasalarına girmesine ise hiçbir şekilde izin verilmez. Sözgelimi Avrupa Birliği Türkiye’nin rekabet gücü olan tarım sektörünü gümrük birliğinin dışında tutmuştur. Yine Türkiye kamu ihalelerine girememektedir. Ya da Amerika başka yöntemle alt edemediği kimi Çin firmalarına (Huawei) hizmet sunumunu durdurmuş, kimilerine ağır cezalar kesmiş, en sonunda yüksek gümrüklerle engellemek istemiştir. İşin özü o ki; ‘Batı’ için serbest piyasa kavramının da tıpkı diğerleri gibi üçüncü dünya ülkelerinin piyasalarına sızma aracı olmanın ötesinde bir anlamı yoktur. Zira küresel bir kavram olan kapitalizmin tek kutsalı ‘çıkar’dır (devamı var).